Gülen bir mor yelden, uçan bir mor yele savrulan günlere…


Sisli bir yoldan geçen koca adamlardı öğrenmek adına attığımız adımlar...

Bulutlardan şekiller yaptığımız yaz akşamlarında, küçük bir boşluktu  yaşamak…

Dört nala koşan hayat boştu boş; iki göz loşluk yeter  olursun bir hoş…

Hayat boştu boş iki tek hoşluk yeter olursun sarhoş diyen bir sesle şişirdik aşk balonlarımızı, çocuk kalmak adına…
Sahi, çocuk kalmak neydi?

Her yaş aldığında biraz daha küçülmek, biraz daha  pişmek, biraz daha azalmak, biraz daha unutmak, biraz daha yalınlaşmak, biraz daha sen olmak değil miydi?  

Sahi, neydi çocuk kalmak…
Bir sesle irkilen kulaklarda manaya derinlik katan sözcüklerde çıkılan bir yolcuktu bizimkisi.

Güneş adına ateş saçan kalplerden, gözlere düşülen bir kum yağmuruydu, acılar adına açtığımız çiçekler.  

Süzülen gizemlerin düş sazlarında, değişen mevsimlere inat döktüğümüz göz yaşı yapraklarıydı notalar. Maviliklerin yeşilliklere açıldığı bir bahçeydi yolun sonu…


Kuşların , açık kalan ten kafesinin  kapılarından, gecelerimize kanat kanat girdiği akşamlarda şişirdiğimiz aşk balonları uçurdu ruhumuzu ölümün küçük kardeşi olan uyku diyarlarlarına…

Soğuk bedenlerde vedalaştık son bakışların tenhalığında geceler ile. 
Bir mor yel gülümseyerek uçurdu tüm kuşları kara düşlerimizden bir mor yel uçtu uykularımızdan üzerine…